Geçtiğimiz günlerde, ‘Parla&Yan’ ve ‘Dünya Denen Defter: 100 Küçük Şiir’ adlı kitaplarıyla, çorak iklime su verircesine çıkageldi Turgay Kantürk. Çorak iklim demem, şiirin çoraklaştığı anlamına gelmiyor. Sözün gittikçe kalabalıklaştığı güçlü bir şiir yazılıyor günümüzde; ancak, zaman zaman kalabalığın bir tür kabalığa dönüşebileceği unutulabiliyor, çok çarpıcı dizeler, birbirlerini boğup söz’ü hantallaştırabiliyor. Bir dizenin diğerinin önüne set çektiği bir poetik yapıyla, karşılaşıyoruz sıklıkla.
Şimdilik, ‘Dünya Denen Defter: 100 Küçük Şiir’ adlı kitaptaki şiirler, doğrudan sözün simyasına odaklanıyor. Turgay Kantürk bu anlayışın sürdürücüsü, yani bir şiir kuyumcusu. Dize kurmuyor; iki sözcüğü yan yana getirip birbirine nakışlıyor. Elbette, ustalık gerekiyor bunu başarabilmek için, ayrıca, sözcükleri sevmek de gerekiyor. Sevgi, tek başına yeterli değil. Her sözcükle ayrı ayrı yatıp kalkmak, onları hem fiziksel açıdan (harflerin yan yana gelerek oluşturdukları biçim, duruş, zarafet) hem de ruhsal açıdan (sözcüğün bilinçaltına gizlediği, dışa yansıtmaktan imtina ettiği anlamların da farkında olmak) çok iyi tanımak gerekiyor.
Zaten ‘100 Küçük Şiir’de (ki şiirlerin sayısı 100’den fazla; “İlk Söz” ve “Son Söz” de birer küçük şiir olduğundan, rahatlıkla 102 küçük şiir diyebiliriz bu toplama) yapmak istediğini, yaptığını açık ediyor Kantürk. Bu anlamda, neredeyse her küçük şiiri bir poetik çıkış olarak değerlendirmek mümkün. 36. Şiir’de, “Kedi fare oyunu/ sözcüklerle/ aramda/ kim kedi/ kim fare/ zamanda…” diyor. Sözcüğün peşine düştüğü kadar, sözcüğün de onun peşine düşmüş olabileceğinin; bu oyunda kimin kedi kimin fare olduğunun belli olmadığının altını çiziyor. Peki kim belirleyecek, kim verecek bu sorunun yanıtını? Elbette zaman. Kedi fare oyununda taşları yerli yerine koyacak olan zaman (gelecek zaman) ama şu andaki zaman da işin içinde. Çünkü, bu kedi fare oyunu, zamanın içinde; yani zamanın kapsadığı alanda gerçekleşiyor. Böylece zaman, bir yandan da uzama, yani mekana dönüşüyor. Altı kısa dizenin bunları çağrıştırması, sadece şiirde geçen sözcüklerin değil, şiirin hem anlamsal hem çağrışımsal yükünün de sırlandığını gösteriyor bize; Şiirin söze değil, söz’ün büyüsüne odaklandığını. 23. Şiir, yaşamın sırrını çözenin şair olduğunu ileri sürerken, bu sır çözme işinde kullanılabilecek tek yöntemin de hayatı şiirle sırlamak olduğunu söylüyor: “Başka kim çözer/ yaşamın sırrını/ şairler olmasa/ sırlamak için şiirle…”
35. Şiir’deki yıldıza da değinmek gerek. “Son yıldız/ düşse/ kâğıda/ armağan bana…” dizelerinde söz edilen yıldız, kağıda düşen bir yıldız olduğuna göre ya sözcüktür ya harf. Ya da sonunda onlara dönüşme potansiyeli taşıyan bir “şey”. Ne olursa olsun, yok olmadan önce taşıdığı enerjiyi şiire yükleyecek olan bir “şey” bu. Son yıldız olması ise, artık o sonsuz boşlukta başka yıldız kalmadığı anlamına geldiği gibi, ondan önceki milyonlarca, milyarlarca yıldızın da şiire dönüştüğünü imliyor. Bir şair için bundan daha büyük armağan olabilir mi?
Söz’den devam edelim, dizeye dönüşen söz’den… “Eğmiş boynunu/ toprağı öpüyor/ gelincik/ altını çizer gibi/ bir dizenin…” deniyor 37. Şiir’de. Şiirin görüntüsel gücüyle de karşılaşıyoruz burada. Bu şiir kırmızı. Hem de, içinde hiç renk geçmediği halde. Boynunu eğen gelinciğin toprağı öpmesinin, bir dizenin altını çizme eylemiyle eş tutulması, doğanın şiire kaynaklık ettiğinin değil; aslında şiirin doğaya kaynaklık ettiğinin bir göstergesi. Doğa, şiirin yaratılmasında önemli bir etkendir, ona şüphe yok; ama şiir de doğayı çoğaltır, anlamını güçlendirir, bir anlamda yeniden yaratır. Şairin, ne hokkası ne mürekkebi ne de kaleminin kurşunu kalmasa da, örümcek hâlâ ağını örüyorsa, şiir yazılmayı sürdürüyor demektir. Kitabın 39. şiiri olan “Örümcek”, en az boynunu eğen gelincik kadar açığa çıkartıyor bu doğa/şiir ikiliğini.
HER DİZE EŞİKTİR SONRAYA…
Bir şairin sadece bugününe değil, anılarına da doğa karışır elbette. Bu, hem zenginliktir hem yüktür belki de. 75. Şiir, doğanın da (doğanın bile) ölü şairlerden emanet olduğunu savlıyor. Geleneğin önemini göstermesi açısından epey önemli bir yaklaşım bu. “Anılarım var/ ağaçlara kuşlara dair/ ölü şairlerden emanet” diyor Kantürk. Yetmiyor, devamını da getiriyor: “ada kumsallarında/ sözcük taşları/ irili ufaklı.” Sadece ağaçlar ve kuşlar değil elbette, taşlar da doğaya dahildir, anılara dahil olduğu kadar. Bir adım daha ileri gidelim, bunların hepsi, aynı zamanda şiire dahildir; bize ölü şairlerden emanet kalan. Başka türlüsü olamaz zaten: Doğa şiirdir, şiir de doğa. Çünkü, “Her dize/ eşiktir/ sonraya…”
81. Şiirdeki “Her dize/ eşiktir/ sonraya…” dizeleri, ilk okuyuşumda, her dizenin, bir sonraki dize için bir eşik olduğu algısını yarattı bende.Kki çok güçlü bir algı bu. Güçlü olduğu kadar da doğru. Ancak, söz konusu olan “sonrakine” değil, “sonraya” eşik olmasını fark ettiğimizde, anlamın birden nasıl çağıldayıp evrensel bir hale dönüştüğünü görüyoruz. Bir dizenin başka bir dizeye eşik olması değil sözü edilen, bir dizenin “sonraya” eşik olması. Peki neyi kapsar bu “sonra” kavramı? Geleceğe ait her şeyi. Biz, bir dizenin eşiğinden geçerek geleceğe uzanabiliriz. Sözün simyası bu olsa gerek!
Dili kullanarak değil, dili oluşturarak; sözcüklerin yaratacağı çağrışımları bile isteye anlamsal bağlamın üstüne oturtarak yazmak için, sözü eksiltmek gerekir. Turgay Kantürk’ün yaptığı ise, eksiltme kavramının sınırlarını aşıyor, bir tür damıtma eylemi gerçekleştiriyor Kantürk. Öyle ki, bir sözcüğü seviyor, anlıyor, hayatı onunla paylaşıyor, ardından başka bir sözcükle de aynı bağı kuruyor ve ikisini birbirine nakışlıyor. Anlamın zenginliği de böyle doğuyor. Bu aşamada Ingeborg Bachmann’ın sözleri geliyor aklıma: “Dili iyi bildiğimizi iddia ederiz hep. Oysa yalnızca kullanırız onu; bir yazar ise dili kullanmaz.” Devam ediyor Bachmann: “Dil, yazar için istediğini alabileceği bir malzeme deposu değildir. Toplumsal bir nesne değildir. Bütün insanlara ait, paylaşılmamış bir mal değildir.” Dil nedir öyleyse? Yazar dili kullanmadan nasıl yazabilir? Malzemesi, hatta bağımlısı olduğu, yücelttiği şey değil midir dil? Değildir, diyor Bachmann. Çünkü onun kastettiği şey, gündelik dil. Yazar elbette sözcükleri kullanır; ama dili değil. Çünkü “Dil ürkütür yazarı. Yazar onu doğal kabul edemez. Zaten edebiyattan önce dil vardır, hareketlidir, kullanılmak için vardır. Ancak yazar yararlanmaz ondan.”
Turgay Kantürk, bildiğimiz, alışageldiğimiz dili kullanmadan yazmış “Dünya Denen Defter: 100 Küçük Şiir” adlı kitabında yer alan 102 küçük şiiri. Küçük olmaları şiirlerin boyutuyla ilişkili elbette. Yoksa zengin çağrışımlarla ve sözcüklerin anlamsal hacmi genişletilerek yazılmış bu şiirler. Ve gerçekten de dilden yararlanılmamış. Zaten öyle değil midir; eğer bir şiir kitabının dille ilişkisinden bahsedeceksek, ancak o kitabın yarattığı, kendine ait dili konu edinebiliriz. Bir kitap, konuştuğumuz, yazdığımız, birbirimizle iletişim kurmak için kullandığımız dilin sınırları içine hapsolmuşsa, belki anlamsal olarak o kitabı ele alabiliriz; poetik olarak değil.